Sessizliğin Tuvalinde Yankılanan Çığlık

Kitap

Balzac’ın “Bilinmeyen Şaheser”i Üzerine

Bir tuval yolculuğu…Ressamın elindeki fırça değil, kadere giden sırrın gölgesidir adeta. O, hayatın çözülmeyen düğümlerini çözecek bir anahtar sanki… Tuvale değen her fırça darbesi, arzuların en kırılgan titreşimlerini, uykulardan sızan düşlerini ve bilinçaltında kök salmış her bir halin tonlarını taşıyor. Renkler, görülenin ötesinde, ruhun iç sesini dillendiren kendine has alfabenin harflerine dönüşüyor. Tuval, iç dünyanın izdüşümü oluyor o an. Hayatın kendisi, nesnelerin ardında saklı kalan ve kelimelere dökülemeyen bir yankı gibi boyaların arasında sessizce konuşuyor. Ressamın sessizliği, çığlıkların en derini oluveriyor… Konuşmak yerine boyuyor, anlatmak yerine susarak gösteriyor. İşte o zaman sanat, yalnızca bir gösterge olmaktan çıkıp, varoluşun kendisi halini alıyor… İnsanın iç çalkantılarından doğan, sonsuzluğun eşiğinde salınan bir hakikate dokunma arzu…  Bu yüzden bir tabloya bakmak, yalnızca görsel bir deneyim olmaktan ziyade, ruhun derinliklerinden süzülen içsel bir okuyuş, kendine çeken bir boşluk oluyor… Anlatılamayanın anlatısı…

Bazı eserler, kendi zamanının çok ötesinde de hayat bulurmuş. Yazıldıkları dönemin sınırlarından çıkarak her çağın dokusunda sessiz bir yansıma olarak var olmuşlar. Sonsuzluğun içinde zamanın gürültüsünü delip geçen bir suskunluk. Tarihin gür uğultusunda, sessizliğiyle konuşan. Onlar, her devrin içinde titreşen, bazen zayıf düşse de unutulmayan, kaybolmayan bir iç ses. Ne tam geçmişte kalıyor ne de bütünüyle şimdiye ait oluyor. Zamansızlığın mekânsızlığın nabzını tutan derin bir varoluş…

 Balzac’ın Bilinmeyen Şaheser’i de ilk bakışta bir ressamın sonu gelmeyen sanatsal arayışını betimler gibi görünse de insan ruhunun içten içe yanan üretken tutkularıyla, görünmeyenin peşinde sürüklenen düşüncelerle örülmüş alegorik bir eser olarak çıkıyor karşımıza. Tuvalde aranan hakikatin kendisi olmuş. Renklerin ve çizgilerin ardında titreşen şey, insanın sonsuzlukla karşı karşıya geldiği sessiz bir diyaloğun izi. Bu eser, sanat içinde saklı olan ontolojik bir çalkantıya, anlamla hiçlik arasındaki o ince çizgide gidip gelen varoluşsal bir şiire dönüşmüş zannımca…

Bu öyküde Balzac, bir sanatçının portresini resmetmekle kalmayıp, öznel bir varlık olma çabasındaki insanın trajik özlemini de gösteriyor. Kendisi ile hakikat arasında bir bağ kurma çabasında… Ve nihayet arayışın, deliliğin ve yok oluşun sınırlarını bu bağ ile gösteren bir metin olarak okunuyor. Ayrıca, sanatın sınırlarını aşmaya çalışan bir zihnin sessiz çöküşünü de resmediyor. Bu metin, üretken bir zihnin sancısıyla karanlığın kıyılarında dolaşan ruhun içsel cehennemini yansıtan bir ayna gibi çıkıyor karşımıza. Balzac, görünürde XVII. yüzyıl Paris’inde bir atölyenin taş duvarları arasına sıkıştırdığı öyküsünde, aslında insanın ebediyet arzusunu, güzelliğin hakikatle kurduğu o kırılgan ilişkiyi ve temsil edilemeyenin temsiline dair bitimsiz çabayı sergilemiş olmalı…

Frenhofer: Sanatçının adı… Bir maskeden ibaret. O, bir arzu biçimi. Kendini eserinde sonsuzlaştırmak isteyen insan zihninin yeryüzündeki yankısı… Onun hikâyesi, bir tabloyu tamamlamaya adanmış ömrün, aslında tamamlanamaz olana yönelmiş bir çaba olduğunu gösteriyor. Frenhofer’in peşine düştüğü şey estetik kaygıdan ziyade, hakikatin ta kendisidir. Ve bu hakikat, gözle görülmüyor. O, sezgilerle dokunulabilen, ancak tam olarak ve asla temsil edilemeyen bir öz…Ressam Frenhofer… Onun adı, bir ruh hâlidir. Delilikle deha arasında uzanan, ince, titreşen çizgide cambaz gibi yürüyen, güzelliği görmekle kalmayıp onun özüne ulaşmak isteyen bir ruhun adı. Yıllarını adını bile fısıldamaktan çekindiği o tabloya, La Belle Noiseuse’e adayan Frenhofer, yalnızca bir kadının bedenini yansıtmaya çalışmamış. Onun içindeki mutlak güzelliği, zamanın bile bozamayacağı o ideayı yakalamaya çalışmış. Ne var ki, görünmeyeni görünür kılmak isteyen her göz, sonunda kendi içine dönüp körleşiyor. Ve Balzac, tam da burada okuru karanlığın kalbine davet ediyor…

Frenhofer’in tutkusu, yaratımın ötesinde bir arzuya işaret ediyor. Onun tuvali bir aşk mektubu olarak kalmamış. Bastırılmış arzuların, doyumsuz bir id’in çırpınışına dönüşmüş. Kadın figürü, sanatçının bilinçdışında yankılanan bir ideali olmuş. O eksiklik duyusu, tamamlanma arzusuyla Frenhofer için boya ile dokunulabilecek bir hayale dönüşüyor. Oysa hakikat, el uzattığınızda dağılan bir sis, yaklaştığınızda biçimsizleşen bir surettir. Sanatçının arzusu, tuvalin yüzeyinde biçim ararken derinlikte yok oluyor…Lacan’ın arzu kavramı perspektifinde ise, arzu, hiçbir zaman tatmin edilemeyen, daima başka bir arzunun izini süren bir eksikliktir. Frenhofer’in şaheseri, asla tamamlanamıyor. O, sanatçının kendi içsel eksikliğinin dışavurumudur. O tablo, görünenden ziyade, özlenenin temsili oluyor. Ve özlem, her zaman kayıpla, yoksunlukla birlikte doğuyor. Bu nedenle, genç ressam Poussin ve Porbus’un gözünde şaheser yalnızca bir boya yığını karmakarışık bir boya cümbüşü olarak görünür. Ve soyut bir karanlık…  Bir anlam arayışının içinde boğulmuş formlar, kaybolmuş çizgiler ve sonunda sadece bir kadın ayağı… Varlıkla yokluk arasında bırakılmış bir iz… Balzac burada yalnızca bir ressamın trajedisini anlatmıyor; yaratmanın, “ol” demenin yükünü taşıyan her ruhun ilkel hikâyesini  yazıyor. Frenhofer, bir anlamda modern Prometheus’tur. Ateşi çalmış, ama o ateşle kendini yakmıştır. Onun şaheseri, ancak hissedilebilir olanı temsil ediyor. Ne yazık ki hissetmek, görmek kadar ortak bir eylem değildir. Yaşam ile Ölüm arasında salınan bir ses… Geri kalan her şey: sessizlik, boşluk, dehşet…

Bütün bu kırılma noktaları, aynı zamanda bir epistemolojik çöküştür. Bilmeyi arzu etmek, anlamak için yeterli olmuyor. Görmek istemekle hakikat görünür olmaz. Balzac burada, sanatın doğasına ilişkin temel bir soru sorar: “Sanat hakikati mi temsil eder, yoksa onun imkânsızlığına mı işaret eder?” Frenhofer’in şaheseri, görünmeyeni görünür kılma çabasıyla yoğrulmuş bir trajedi… Ama bu çaba, aynı zamanda hakikatin daima temsil edilemez olduğunu da ilan ediyor. Çünkü hakikat, her temsil girişiminde biraz daha siliniyor.

Platon’un idealar kuramına açılan kapı olarak da görünen bu eserde, Frenhofer’in aradığı güzellik, bu dünyaya ait olmayan, duyulabilen, görülen, dokunulan bu evreninin ötesinde, ancak düşünceyle kavranabilen, hissedilen idealar dünyasına aittir. Sanatçı, bu ideayı maddeye, boyaya, çizgiye indirgemeye çalıştığında ise onu bozuyor. Çünkü ideal olan, somuta indirgenemiyor. Haliyle her biçim onu eksiltecektir. İşte Frenhofer bu nedenle eserini tamamlayamıyor. Ne zaman ki mükemmelliğe biraz daha yaklaşır gibi olsa, o zaman kusur daha belirgin hale geliyor. Güzellik, her defasında biraz daha kaçıyor. Sanatçının fırçası, kendi arzusunun ağırlığını taşıyor.

Heidegger’in sanat felsefesi, eserin iç derinliğini başka bir boyuta taşıyor. Heidegger’e göre sanat, varlığın hakikatini açığa çıkaran bir alan. Sanat yapıtı, varlığın kendi içinde “açıldığı” bir sahne. Ancak Bilinmeyen Şaheser’de açılma yerine, bir kapanma, bir içe çöküş söz konusu. Frenhofer’in tuvali, hakikati açmıyor, tam aksine onu saklıyor. Sanatçının arzusu, varlığı görünür kılmaktan ziyade, onu kendi imgesine hapsetmek olarak görünüyor. Ve bu hapsetme çabası, sonunda kendini tüketiyor.

Belki de sanat, her zaman biraz gömmektir; güzelliği bir şeklin içine sıkıştırma çabasıdır. Ve birazda onun ruhunu örselemek…

Frenhofer’in hatası, güzelliği öldürerek saklamak olmuş. Ne var ki bu, tüm büyük sanatçıların kaderi… Sevdiklerini elleriyle yok eder, çünkü başka türlüsünü bilemez…

Balzac’ın dili aynı zamanda bir fısıldama hali… Sanat için güzellik, artık dış dünyada aranacak bir şey değil. O, kendi zihninde bir evren kurmuş, o evrende tanrılığını ilan etmiş bir yaratıcının yalnızlığına mahkûm olmuş. Kierkegaard’ın deyişiyle “ya ya da”nın eşiğindedir artık: ya sonsuz bir arayış içinde kaybolmak ya da hiçliğe razı gelmek… Frenhofer’in tercihi trajiktir ama kaçınılmaz. Çünkü bir eser inşa etmek, bazen kendini silmenin en incelikli yolu…

Frenhofer’in deliliği, aslında görmenin uç noktasında ortaya çıkar. O, zihninin izdüşümlerini görüyor. O’nun tuvali, sahne olmaktan çıkmış, içsel boşluk haline gelmiş. Bu boşluk, inşanın son eşiği… Burada sanat, iletişim biçimi olmaktan çıkıp, yalnızlık mekânına dönüşüyor. Ressam ile eseri arasında kurulan bağ, başkalarına kapalı bir diyalog halini alıyor. Ve bu içe dönüklük, sonunda izole bir alana, ardından büyük bir çöküşe sebep oluyor. Frenhofer’in ölümü, zihnin kendi içine kapanan derin bir yankı halidir…

Bilinmeyen Şaheser, sanatı, varoluş problemi olarak da ele alır. Sanatçı, üretirken kendini de yeniden inşa ediyor. Ve kendini yeniden inşa etmek isteyen insan, her zaman eksiklikle karşılaşıyor. Ne kendimiz ne de eserimiz tamamlanabiliyor. Frenhofer’in bitmek bilmeyen çabası, sonsuzluğa erişme arzusunun dünyevi biçimde vücut bulmuş halidir. Ancak sonsuzluk, insan aklıyla kuşatılamayacak kadar geniş. Bu yüzden o şaheser bilinmeyen olarak kalıyor. Adı yoktur, biçimi yoktur, anlamı ise yalnızca onun zihninde var.

Bu öyküde kadın imgesinin temsiline dair dikkat çekici bir sessizlik var. Frenhofer’in eseri, bir kadın modelin temsili olarak başlasa da zamanla kadının bedeni yok oluyor, yerine bir boşluk kalıyor. Bu, sanatçının temsil ettiği nesneyle kurduğu ilişkiyi de gösteriyor. Kadın artık bir beden değil, bir fikir, bir arzu nesnesidir. Bu temsil, sanatçının zihninde idealize edilmiş bir hayale dönüşmüş, dolayısıyla gerçek kadın bedeni silinmiş.

Frenhofer, tablosunu yok ettiğinde, kendi hayalini, kendi arzularını, kendi zihinsel evrenini de yakar, yıkar kül eder. Bu bir tükeniştir. Sanat bazen yıkmakla tamamlanıyor. Ve sanatçının kendine karşı giriştiği bu yok edici eylem, aslında bir tür özgürleşmedir de… “Büyük Öteki” olma arzusunun bitişi, insan kalabilmenin tek umududur.

Düşünsel yoğunluk içinde meydana çıkan Bilinmeyen Şaheser, modern sanatın doğuşunu da haber veren bir anlatıdır aslında. Temsilin sınırlarının sorgulanması, biçimin yetersizliği, izleyiciyle eser arasındaki iletişimin kopuşu, sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan soyut sanat, sürrealizm gibi akımların öncül bir ifadesi gibidir. Balzac, 1831 yılında, gelecekteki sanatın krizini ve evrimini öngörmüş sanki. Sanatçının yalnızlaşması, anlamın belirsizleşmesi ve hakikatin temsilden kaçışı, bugün bile sanat dünyasının temel tartışmaları arasında yer alıyor.

Balzac’ın Bilinmeyen Şaheser’i, kısa hacmine rağmen taşıdığı düşünsel yoğunluk ve sanatsal derinlikle, dünya edebiyatının en kıymetli metinlerinden biri… Bu öykü, her okunuşta yeniden kuruluyor sanki. Herkes kendi eksikliğiyle okur onu. Gördüğümüzle yetinmeyip, görmediğimizi arıyoruz. Biz satır aralarında gizliyiz. Ve belki de hakikat, sadece arayışta saklıdır; tıpkı o bilinmeyen şaheser gibi, yalnızca kaybolduğunda anlam kazanan…

Frenhofer’in çöküşü, bir zihinsel erozyon olmakla kalmayıp, yaratımın içten içe kemiren doğasına karşı bir teslimiyettir de. O şaheseri yaktığında, aslında kendini yok ediyor. Balzac, bu anı öyle sade, öyle yankısız verir ki okur kendi sessizliğinin içine düşüyor. Çünkü hepimiz bir şeyler kurguluyoruz, bir resim, bir kelime, bir yüz. Ve hepimiz o kurgunun bize ait olmadığını anladığımız bir ana varıyoruz. İşte o an, Frenhofer’in içsel aynaya dönüşen tuvalinde kendimizi görüyoruz…

Ve belki de Bilinmeyen Şaheser bu yüzden unutulmuyor. Her gerçek sanat eseri gibi, bizi anlatıyor. Anlatmadığını sandığımız yerde bile içimizde yankılanıyor. Görmediğimiz bir tabloya bakıyoruz; o tablo, bakışımızı çoktan üstlenmiş. Güzelliğin ne olduğu sorusuyla başlayan yolculuk, güzelliğin ne olamayacağına dair bir farkındalıkla son buluyor.

Balzac’ın Bilinmeyen Şaheser’i, bir yankıdır. Görünmeyenin resmi, sessizin çığlığı, bilinemeyenin fısıltısı… Ve biz, her okuduğumuzda, o görünmeyen tabloya biraz daha yaklaşıyor, ama asla tam olarak göremeyoruz. Çünkü hakikat, belki de en güzel haliyle biraz eksiktir. Tıpkı aşk gibi, tıpkı sanat gibi…

Zeynep Rana

No responses yet

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir