Yolculuklar bazen nereye vardığımızdan ziyade yolda dönüştüğümüz şeylerle ve üzerimizde bıraktığı izlerle daha anlamlı hale geliyor ve insanlığın kolektif hayal gücünün birer izdüşümü olan masallar, zamanın sınırlarını aşan hafif adımlarla yürüyorlar. Grimm Kardeşler’in derlediği “Bremen Mızıkacıları” da böylesi bir anlatı… Issız bir patikadan Bremen’e doğru ilerleyen dört hayvanın hikâyesini anlatıyor gibi görünse de aslında zamana, toplum düzenine, fayda merkezli varoluş paradigmasına ve nihayetinde ölüme dair derin söylemlere ev sahipliği de yapıyor.
Masal, yaşlılık ve “işe yaramazlık” yargısıyla sahipleri tarafından ölüme terk edilen bir eşeğin yola çıkmasıyla başlıyor. Kısa sürede ona bir bekçi köpeği, bir ev kedisi ve bir de horoz katılıyor. Ve her biri, bireysel trajedilerinin sonunda bu yolculuğa dahil oluyor.
Varlıkları yalnızca fayda üzerinden değerlendirilen dört hayvan. Hepsi kendi yaşam çizgilerinin sonuna yaklaşmış. Ancak bu dışlanmışlık, onların uyanışına da vesile oluyor. Bremen’e gitme kararları da kendilerini bulma, öznel kimliklerine kavuşma anları oluyor ki artık nesne olmaktan çıkıp kendi kaderlerini yazmak üzere yola koyuluyorlar. Ve varmak istedikleri Bremen yalnızca bir şehir değil, bir imge, ulaşılamaz bir metafor. Umudun, özgürlüğün, sanatın ve birlikte varoluşun ütopyası…
Bu dört hayvanın bir araya gelmesi, salt dostluk örneği olmanın ötesinde, seslerin ve bedenlerin poetik bir senfonisine dönüşüyor. Köpeğin havlaması, kedinin miyavlaması, horozun ötüşü ve eşeğin anırması, tek başına çığırtkan bir ses iken, birlikte söylenince ahenkli bir müzik oluveriyor. Sözcüklerin ötesinde bir anlam yükleniyor. Yaşamakta direnenlerin, sesini kaybetmeyenlerin müziği… Varoluşun kendisini duyurma biçimi, varlığın ta kendisi.
Masalın dokusu, alegorik imgelerle örülü. Eşek, zamanın sırtında taşıdığı yükle; köpek, sadakatin gölgesinde yorgun düşmüş bir bekçiyle; kedi, içe bükülmüş sezgilerin sessiz tanığıyla; horoz ise sabahı müjdeleyen ama artık sesi yankılanmayan bir uyarıcıyla temsil ediliyor. Her biri, yaşamın birer evresi ve insanlık hâline bürünüyor. Bu karakterler aynı zamanda yaşlılığın kıyısında dururken, modern dünyanın en büyük buhranına da ayna tutuyor: faydasızlık korkusu. Üretmeyeni dışlayan, yaşlıyı unutan, sessizleri susturan bir düzenin karşısında, bu dört hayvan birlikte yeni bir ses üretmeye karar veriyor. Bu sebeple direnişin ta kendisi demek yanlış olmuyor. Haliyle, sistemin dışladığı “artık işe yaramaz” unsurlar olmaktan çıkıp, alternatif bir varoluş modeli sunarak öznel halleri ile modern dünyanın içinde görünür olmayı başarıyor. Bremen’e gitmek, sanat aracılığıyla kendini yeniden var etmek, yani yükten müzik çıkarmak demek oluyor onlar için…
Masal, felsefi anlamda bir varoluş anlatısı olarak varoluşun ontolojik sorularına dokunuyor. Heidegger’in “dünyaya fırlatılmışlık” kavramını anımsatan bir biçimde, hayvanlar da yaşamın bir anında ötekileştirilirken, kendi varlıklarından soyutlanıyorlar. “Dünya-içinde-varoluşun” sınırlarına dayanırken; varlıkları, işgörürlülüğü yitirip anlamsızlaşıyor. Tam burada çıkılan yolculuk, anlam boşluğuna cevap olarak gelişiyor. Sartre’ın özgürlük anlayışında olduğu gibi, bu dışlanma, onları kendi özlerini yaratmaya itiyor. Bremen’e doğru attıkları her adım, bir özgürlük eylemi olarak gerçekleşiyor. Kendi anlamlarını yeniden inşa ettikleri bir yolculuk… Seçtikleri yol, dayatılan değil, iradeleri ile kurguladıkları bir yazgı oluyor.
Bu yolculuk, sadece bireysel değil, aynı zamanda kolektif bir inşa. Hayvanlar birbirlerini tamamlarken, aralarındaki bağ ile çağdaş dünyanın eksikliğini hissettiği bir etik modeli sunuyor: koşulsuz kabul, önyargısız dostluk ve birlikte üretmenin hazzı… Dostlukları, Kantçı ahlakın evrensel yasa önerisini hatırlatıyor: başkalarını hiçbir zaman yalnızca bir araç olarak değil, her zaman amaç olarak görmek.
Masalın en etkileyici sahnesi, haydutları korkutup kaçırdıkları gece sahne olsa gerek. Hayvanlar üst üste çıkar, bir canavara dönüşür ve tek bir ses olarak haykırırlar. Bu sahne, grotesk bir beden tiyatrosu olarak da tanımlanabilir. Dört hayvan, bir bedenin uzuvları gibi hareket edip, bireyselliklerini kaybetmeden bir bütün olurlar. Gilles Deleuze’ü anımsatan şekilde sınırlar erir, bedenler çokluk içinde bir birlik oluşturur. Bu bedensel kompozisyon, iktidara karşı bir öz savunma olur. Ses, sözün önüne geçer; bedensellik ise söylemin yerini alır. Bu noktada Walter Benjamin’in “hikâye anlatıcısı” kavramı aklıma gelir. Benjamin’e göre, modern insan, deneyimini aktaracak hikâyelerden yoksundur. Deneyim, anın tüketimiyle silinmiştir. Bremen Mızıkacıları ise deneyimi yeniden anlatının merkezine alır. Hayvanlar, acılarını, yorgunluklarını ve umutsuzluklarını birbirlerine anlatarak bir “hikâye birliği” kurar. Nihai noktada görünen ise, masal, hafızanın direnme arşivi halini almış olmasıdır.
Sanatın Doğasında Bir Anlatı
Bremen Mızıkacıları, klasik masal yapısını birazda tersine çeviriyor. Olağan masallarda varılması gereken bir saray, kazanılması gereken bir prenses, fethedilmesi gereken bir ülkeden söz edilirken, burada ise ne Bremen görülüyor ne de çalınan bir müziğin sesi duyuluyor. Bu sebeple, bir anti-masal olarak da okunabilir. Nihai hedefin belirsiz oluşu, masalın kendi sınırlarını da zorladığını gösteriyor. En büyülü yanlarından biri ise, müziği bir kurtuluş biçimi olarak sunması. Hayvanlar, varlıklarının reddedildiği bir dünyada, yeniden var olmak için sanata, yani mızıka çalmaya yöneliyor. Bu durumda, sanatın ontolojik bir güç olduğunu haykıran bir yapıyla da karşı karşıya bırakılıyor okuyucu. Sanat, varoluşun ta kendisi oluyor.
Ütopya Olarak Bremen: Varılmayan Şehir
İronik olan şudur ki, Bremen’e hiç varılamıyor, varmaları da gerekmiyor. Gerçek Bremen, yol boyunca birlikte yaşadıkları dayanışma, dostluk ve güven zemini olarak inşa ediliyor. Bu sessiz bir dönüşüm, alternatif bir yaşama biçimi. Baskıdan uzak, ritmi kendine ait bir varoluşun sahnesi…
Bremen Mızıkacıları, sistemin dışına düşenlerin kurduğu küçük bir ütopya. Masalın diliyle söylenirse; sesin kısıldığı yerde müzik başlar, yolun bittiği yerde ise asıl yolculuk başlar. Bremen Mızıkacıları, “yolda olmak” durumunun şiirsel bir tarifi. Varış noktalarının silindiği, haritaların gücünü kaybettiği, adını koyamadığımız sınırlar içinde yürüdüğümüz yolları gösteriyor. Bremen’e varmamak, belki de masalın en hakiki hakikati. Zira Bremen, gidilmek için değil, birlikte yola çıkmak için var olmuştur. Belki de Bremen, haritada bir yer değil; birbirini anlayanların, birlikte ses çıkaranların, kimseyi yargılamadan kabul edenlerin ortak hayalidir.
Masalın Ardındaki Gerçeklik
Bremen Mızıkacıları, çocuk masalı görünümüyle felsefî bir ağıt, sanatsal bir isyan ve edebi bir yansıma olarak karşımıza çıkıyor. Zamanın tükettiği bedenlere rağmen yitirilmeyen umut, birlikte kurulan yeni bir yaşam biçimi, sanatın kurtarıcı sesi ve özgürlüğün arayışı…
Bremen Mızıkacıları masalların sadece çocuklara değil, geleceğe dair hayal kurma cesaretini içinde taşıyan herkese sesleniyor. Bir eşeğin kambur sırtından, bir horozun sabaha karşı titreten ötüşünden, bir kedinin kadim sessizliğinden ve bir köpeğin derin nefes alışverişinden yükselen bu çok sesli, zaman zaman tedirgin ama daima sahici ezgi, usulca kulağımıza fısıldanıyor:
“Senin Bremen’in nerede gizli ve sen bu yolculuğa kiminle çıkacaksın?”

No responses yet