Zamanın Derinliklerinde Ölümün Sesi:  Mrs. Dalloway’de Thanatos’un İzinde

Kitap

Bir yaz sabahı, Clarissa Dalloway Londra’nın sokaklarında çiçek almaya çıkar. Şehri yankılanarak saran çan sesi, yalnızca saatin vaktini bildirmiyordu. Bu ses, aynı anda, zamanın geriye dönülmez ilerleyişini, yaşamın kırılgan dokusunu ve ölümün kaçınılmaz yakınlığını da fısıldıyordu. Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway adlı romanı, zamanın dar aralığında, bir günün sabahından akşamına uzanan bir hikâye anlatır. Görünürde sıradan yaşanan birçok olayın ardında ölümün soğuk nefesini, geçmişin gölgelerini, ruhun çatlaklarında karanlık izler taşıyan insanı enfes bir anlatımla okura sunar. Gün içindeki binlerce ânın karmaşasına çağırır bizi. Zamanın Dalgaları Arasında Bilinç, Bellek ve Toplumsal Maskelerin ne kadar işlevsel olduğunu anlatan bu eser, modernist edebiyatın dönüm noktalarından biri olmanın ötesinde, bireyin iç dünyasına, toplumsal rollere ve zamanın dokusuna kendine has üslubuyla değinir.  Woolf, bu eseri bilinç akışı tekniğiyle ince ince dokumuş.  Şehrin sokaklarında dolaşan Clarissa Dalloway’in zihninde, geçmişle şimdinin birbirine karıştığı içsel yolculuğa dönüşen roman, tek bir gün üzerinden, bir ömürlük düşünsel ve duygusal derinliğe doğru yolculuğa çıkarıyor.

Biz bu yazıda, Woolf’un bu eşsiz metnini Freud’un Thanatos yani ölüm dürtüsü kavramı bağlamında inceleyerek, yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizginin Woolf’un anlatımında nasıl estetik bir yankıya dönüştüğünü göreceğiz.

Sigmund Freud, insan psikolojisinin yalnızca haz alma, çoğalma ve yaşamı sürdürme üzerine kurulu olmadığını, aynı zamanda bireyin bilinçdışında kendini yok etme, hareketsizliğe dönme, ölüme varma yönünde de bir eğilim taşıdığını ileri sürer. 1920 yılında yayımlanan Haz İlkesinin Ötesinde adlı eserinde bu eğilimi Thanatos terimiyle tanımlar.

Yaşam ve ölüm… İlk bakışta karşıt kutup gibi görünse de aslında varoluşun merkezinde iç içe geçmiş, biri olmadan ötekinin anlamı eksik kalacak iki kavram olarak ele alınır. “Her şey zıddıyla kaimdir.” Hayatın kendisi, varlığını çoğu kez yoklukla anlamlandırır. Özellikle çağımızda, savaşın izlerini taşıyan coğrafyalarda, insanların yok oluşa sürüklendiği anlarda, bir çocuğun ağlamasında, bir annenin sessiz bekleyişinde; yıkımın gölgesinde direnen hayat, yaşam içgüdüsünü daha da belirgin, daha da kutsal kılar. Ve işte tam bu noktada, Freud’un bir asır önce insan ruhuna tuttuğu karanlık ayna, bugünün yankısıyla daha da derinleşir.

Freud, yaşamı sadece büyüme, haz ve üretimle sınırlayan anlayışın yetersizliğini fark ettiğinde, karşısına ölümün sessiz ama yadsınamaz yüzünü koyar. Ölüm dürtüsü—Freud’un mitolojiden ödünç alarak Thanatos adını verdiği bu içsel kuvvet—yalnızca bedensel sona değil, aynı zamanda zihinsel yorgunluğa, varoluşun silinmeye duyduğu özleme işaret eder. Thanatos, Yunan mitinde gecenin çocuğudur; soğuk, kaçınılmaz ve dokunduğu her şeyi geri dönülmez bir sessizliğe gömer. Elindeki güç, yıkımın cazibesini, yok oluşun davetini taşır.

Ona karşılık gelen ise Eros’tur: sevgiyi, yaratımı, çoğalmayı ve yaşamın sıcaklığını simgeleyen kardeşi. Eros’un dokunduğu yerlerde çiçekler açar, bağlar kurulur, varlık yeniden varlıkla buluşur. Ne var ki, bu iki kudret yalnızca birbiriyle savaşmaz; birbirlerini tamamlar, birbirlerinden doğar. Freud’un dehası, insan ruhunun yalnızca ışıkla değil, karanlıkla da örülü olduğunu görebilmesindeydi. İnsan, yaşamak kadar yok olmak da ister; yaratmak kadar bozmak da arzular. Ve belki de asıl anlam, bu iki dürtünün kıyısında, çatışmalarının sessizliğinde gizlidir.

Freud’un ölüm dürtüsünü tanımlarken başvurduğu bu mitolojik köken, yalnızca sembolik bir tercih değil, aynı zamanda insanın en eski korkusuna dokunan şiirsel bir anlatıdır. Thanatos, dışarıdan gelen bir düşman değil, içimizde sessizce büyüyen, kimi zaman bir yorgunluk, kimi zaman bir huzur arayışıyla kılık değiştiren bir varlıktır. Ve insan, çoğu zaman en çok yaşamın ortasında, kahkahaların içinde, kalabalıkların arasında hissettiği yalnızlıkla tanır onu.

Bir anlamda, insan yaşamı bu iki zıt dürtü arasında salınan bir denge oyunu hailini alır. Woolf’un anlatısı da işte tam bu arada var olur: Eros çiçeklerde, anılarda yaşarken; Thanatos savaşın anılarında, intiharda, zamandaki kırılmalarda görünürlük kazanır.

Dalloway’in iç dünyası, yüzeyde ne kadar canlı ve hareketli görünürse görünsün, derinlerinde bir tür ölüm düşüncesiyle çevrilidir. Kırklı yaşlarının eşiğinde, geçmişin izlerini silmeye çalışırken anıların ani çıkışlarıyla ve derin yüzleşmelerle sarsılır. Walsh’ın gelişi, gençliğin hatıralarını uyandırır.  Sally Seton’un öpücüğü ise bedenin ve arzunun zaman içinde kaybettiklerini hatırlatır. Clarissa için zaman, yalnızca akıp giden bir nehir değil, aynı zamanda ruhunun kenarlarını aşındıran, derin izler bırakan, zedeleyen yok edici bir kuvvettir. Freud’un belirttiği gibi, bastırılan hiçbir şey sonsuza dek gömülü kalmaz; geçmiş, bilinçaltının uygun anında geri döner. Clarissa’nın zihninde dolaşan düşünceler, Freud’un tanımladığı ‘yineleme zorlantısı’nın bir biçimidir; eski duygular yeniden sahneye çıkar, geçmişin gölgeleri şimdinin ışığını karartır.

‘İnsan bilerek veya tamamen bilinçdışı mekanizmalarla yaşamı boyunca niçin simgesel anlamda aynı örselenmeleri tekrar tekrar yaşamaya yönelir?’ diye sorulduğunda Freud bunu, ‘yineleme zorlantısı’ kavramıyla açıklamıştır. Kişi, kendinin tekrar aynı kökensel yıpranmasının ve hayatı içinde yaşamış olduğu hüsranların, bilinçdışı yollarla nasıl yönelttiğini, farkında olmadan tüm mekânsal dekor, kostüm ve kendi hayatının derin senaryosuyla neredeyse aynı oyunu tekrar sahneye koyduğunu bu kavramla açıklamaktadır. Yineleme zorlantısı, geçmişin senaryolarının günümüzde tekrar sahnelenmesidir.

Gelelim Clarissa’e. Ölümle kurduğu ilişki, açık bir korku ya da kaçıştan ziyade, bir tür içselleştirilmiş kabulleniştir. “Kendini öldürenler” düşüncesine dair kurduğu iç monolog, onun ölümü yalnızca bir son değil, hatta bir tür zafer olarak algıladığını gösterir. Ölüm, Clarissa için yaşamın anlamsızlığından değil, anlam arayışından doğan bir ihtimaldir. Smith’in intiharı, bu bağlamda yalnızca bir bireyin psikolojik çöküşü değil; Clarissa için kendi derininde yankı bulan bir hakikattir. Septimus’un eylemi, Clarissa’nın ölümle kurduğu o suskun bağın seslendirilmiş, görünür olmuş hâlidir.

Septimus karakteri, Freud’un Thanatos kavramının romandaki en açık temsilidir. Savaşın ardından ruhsal bir çöküntüye sürüklenen Septimus, yalnızca savaş travmasının taşıyıcısı değil; aynı zamanda toplumun ona biçtiği ‘normal’ kimliği reddeden, iç dünyasında gerçekliği yitirmiş ama bir yandan da hakikate dokunmaya çalışan bir figürdür. Septimus, modern tıbbın tanımlamaya çalıştığı “deli” değildir; aksine Woolf’un metninde deliliği aşan, başka bir düzlemde var olmaya çalışan sezgisi kuvvetli bir figürdür. Freud’un tanımladığı ölüm dürtüsü, Septimus’un düşüncelerinde, doğayla içi içe olma arzusuyla beraber kendini yok etme eylemine giden birtakım hazırlıklarda apaçık hissedilir. Ancak bu dürtü, yalnızca yıkıcı değildir; Woolf, Septimus’un ölümünü bir estetik duruş, bir protesto ve hatta bir anlamın yeniden inşası olarak yazar.

Septimus’un pencereden atlayarak ölmesi, kendi iradesini kazanmanın, bedeni ve ruhu üzerindeki tahakkümden kurtulmanın son yoludur. Bu intihar, toplumun baskılarına karşı bir başkaldırıdır. Bireyin kendi varlığı üzerindeki gerçek yetkisini kullanışıdır. Freud’un çizdiği çerçevede bu bir ölüm dürtüsünün sonucuysa da Woolf’un metninde bu dürtü neredeyse bir özgürlük arzusuna dönüşür. Burada en önemli karşılaştırmalardan biri ise, Septimus’un ölümü, Clarissa’nın hayatında yankı bulur. Clarissa, bu eylemi öğrenince partinin ortasında bir an durur ve kendi yaşamını gözden geçirir. Septimus’un seçimi, Clarissa’nın ölüm fikriyle daha doğrudan yüzleşmesine neden olur. Onun ölümü, Clarissa için bir tehdit değil, bir uyarıdır. O’na göre yaşamın ne denli kırılgan, zamanın ne kadar kaygan, bireyin ise ne kadar yalnız olduğunu hatırlatır.

Woolf’un kullandığı mekânlar ve zaman algısı da Freud’un kuramıyla örtüşen nitelikler taşır. Londra sokakları, bireyin iç dünyasını dışa yansıtan birer metafora dönüşür. Clarissa için bu sokaklar nostaljiyle, güvenle örülüyken; Septimus için yabancı, düşmanca ve tehditkâr bir labirenttir. Zaman, düz bir çizgi değil; çan sesleriyle bölünen, anılarla delik deşik edilen, geçmişin izleriyle örülen, bilinç akışıyla dairesel hâle gelen bir yapıdır. Freud’un bastırılanın geri dönüşü tezahürü, Woolf’un zaman kurgusunda sürekli olarak karşımıza çıkar. Geçmişin hayaletleri Clarissa’nın zihnine musallat olur, savaşın sesleri Septimus’un kulağında çınlamaya devam eder.

Bu eserde, Woolf’un anlatım tekniği, bilinç akışı ve çoklu bakış açılarıyla örülü yapısı, Freud’un bilinçdışı, bastırma, tekrar zorlantısı gibi psikanalitik kavramlarını neredeyse edebi biçimlere dönüştürür. Romanın anlatıcısı sabit bir merkezden konuşmaz; bilinçlerin arasında süzülen bir göz gibidir. Bu anlatım, bireyin iç dünyasının ne denli parçalı, değişken ve akışkan olduğunu gösterir. Freud’un ruhsal çatışmaları ve içsel gerilimleri anlamaya çalıştığı yöntem, Woolf’un edebi sezgisiyle birleştiğinde ortaya hem derin hem de sarsıcı bir ruhsal panorama çıkıyor. Bu da müstesna anlatımıyla Woolf’un eserini bir başyapıt olarak tanımlamamıza sebep oluyor. Her birey kendi dünyasında geçmişten getirdikleriyle kendini yeniden inşa edebilir. Bu eserin burada ve şimdiye taşıdığı gerçeklerden biri ise, bizlerinde her an yeniden inşa sürecinde olduğumuz hakikatiyle yüzleşmemizdir.

Dalloway’in partisi sona ererken, romanın son cümlelerinde Clarissa’yı bir kez daha ölümün eşiğinde görürüz. Fakat bu son eşiğe düşmemiş, sadece onunla yüzleşmiş, ona dokunmuş, onu anlamıştır. Ölüm artık yalnızca bir korku değil, bir anlam imkânıdır. Tıpkı Freud’un kuramında olduğu gibi, yaşamı anlamlı kılan şey yalnızca haz değil, aynı zamanda onun sonluluğudur. Thanatos, Woolf’un romanında sadece bir karanlık değil, varoluşun derinliğine açılan bir pencere hailini almıştır.

Mrs. Dalloway, bir günün hikâyesi değil; yaşamla ölüm arasındaki o titreşen çizgide varlıkla hiçlik arasında yürüyen ruhların hikâyesidir. Freud’un Thanatos kavramı, bu metinde teorik bir araç olarak kullanılmamış. Karakterlerin iç dünyasında yankı bulan bir hakikat olarak işlenmiş. Woolf’un kelimeleri, ölüm dürtüsünün karanlığını estetik bir ışıkla aydınlatır; bizi korkutan şeyin aslında ne kadar tanıdık ve ne kadar insani olduğunu hatırlatır…

Zeynep Rana

No responses yet

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir